İstanbul, her sokağı, her duvarı tarih ve hafıza taşıyan bir şehir. Bu belleği yaşatan yerlerse müzeler, sarnıçlar, eski fabrikaların dönüştüğü sanat merkezleri ve iskele kütüphaneleri… Hepimizin ortak mirası.

Kamusal kültür mekânları sadece tarihi yaşatmakla kalmaz; kolektif belleği canlı tutar. Sanatçının, öğrencinin, turistin, çocuklu ailenin, yaşlı dostun nefes alabildiği alanlardır. Burada olan sadece “kültür tüketimi” değil; birlikte yaşama, paylaşma ve öğrenme pratiğidir.

Yerebatan Sarnıcı, 1500 yıllık tarihine rağmen 2020–2022’de kapsamlı bir restorasyonla yenilendi. Betonarme yürüyüş yolları kaldırıldı, orijinal yapıya saygılı platformlar kuruldu. 2023’te ziyaretçi sayısı 3 milyonu geçti. Artİstanbul Feshane ise Osmanlı’nın ilk sanayi yapılarından biri olarak, bugün sergi, atölye, kütüphane ve sosyal mekân olarak hizmet veriyor. Bu restorasyonlar, Ekrem İmamoğlu’nun öncülüğünde, Mahir Polat’ın başında olduğu İBB Miras birimi tarafından hayata geçirildi. Amaç sadece tarihi korumak değil; herkesin erişebileceği yaşayan kamusal alanlar yaratmaktı.

Kamusal alanlar bugün, ekonomik zorlukların arttığı dönemde daha da önemli. Müzeler, sarnıçlar, eski fabrikalar ve kütüphaneler, halk için bir nefes alanı. Gençler ve öğrenciler burada ders çalışıyor, projeler üretiyor, farklı kuşaklar bir araya geliyor. Tarih meraklısı, lise öğrencisi, yaşlı bir sanatsever aynı mekânda yan yana durabiliyor; birlikte öğreniyor, üretiyor, paylaşıyorlar.

Ama şimdi bazı kamusal kültür mekânlarının vakıflara devri gündemde. 23 Kasım 2025’te kabul edilen kanunla, İBB’nin restore edip halka açtığı bu mekanlar, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı “Mazbut Vakıflar” tarafından devralınabilecek. Yani halkın erişebildiği bu alanların yönetimi, belediyeden alınarak vakıflara geçebilir. Gazhane, Yerebatan Sarnıcı, Feshane, eski iskele kütüphaneleri, Casa Botter gibi yerler… Bu, yalnızca mülkün el değiştirmesi değil; halkın erişiminin ve ortak belleğin de sınanması demek.

İstanbul, taş ve tuğladan ibaret değil; İstanbul, insanların, anıların ve umudun şehri. Kamusal kültür alanlarını korumak, bu şehrin ruhunu, hafızasını ve birlikte yaşama alanlarını savunmak demek. Geçmişimizi korumak ve gelecek kuşaklara bırakmak, hepimizin görevi.

Peki, neden şimdi bu mekanların vakıflara devri gündemde? Amaç ne?

Birçok kişi, bu değişikliğin yalnızca “koruma” amacı taşımadığını; aynı zamanda merkezi yönetimin kontrolünü artırma, ranta açılma ve halkın erişiminin kısıtlanması gibi riskler barındırdığını vurguluyor. Özgür Sanat Meclisi de, bu düzenlemenin ülkemizin tarihî ve kültürel mirasını tehdit ettiğini, ikonik mekânların ranta açılabileceğini ve kamusal erişimin daralacağını söylüyor. Bu düzenlemenin yerel yönetimlerin dolayısıyla halkın elindeki kültürel alanları merkezi idare ve vakıflara devretmek anlamına geldiğini; bunun da yerinden yönetim anlayışını zayıflattığını ve demokratik katılımı daralttığını belirtiyor.

Sorunun özü şurada: Eğer bu mekanlar halka hizmet etmeyi bırakırsa, sadece kapalı bir bina olur; sessizliği gömülen, hayatla bağı kopmuş yapılar hâline gelir. İnsanların, gençlerin, öğrencilerin, sanat meraklılarının bir araya geldiği, geçmişle bugünü buluşturduğu bu alanlar, ancak içerik ve erişimle “yaşayan mekân” olabilir.

“Kamusal alan, geçmişle bağ kurduğumuz, birlikte öğrendiğimiz ve paylaştığımız için yaşamalı; çünkü bir şehir, ancak herkesin nefes alabildiği ortak mekânlarla gerçekten canlıdır.