2025’i yalnızca bu yıl yaşananlarla anlatmak mümkün değil. Türkiye’de kültür ve sanat alanında süregelen baskılar, hiçbir zaman tek bir dönemin ya da tekil kararların sonucu olmadı. Yıllar değişti, aktörler değişti, kullanılan dil zaman zaman yumuşadı, zaman zaman sertleşti; ancak mekanizma büyük ölçüde aynı kaldı. AKP’nin 23 yıllık iktidarı boyunca şekillenen kültür politikaları, artık yalnızca açıkça muhalif sanatla değil, bağımsız ve özerk her üretimle de ilgileniyor. 2025, bu yaklaşımın en görünür ve sistematik hâle geldiği yıl olarak öne çıktı.

Yılın en çarpıcı gelişmelerinden biri Ayşe Barım’ın tutuklanmasıydı. Bir sanatçı değil, sahnede görünmeyen ama o sahneyi mümkün kılan bir menajerin hedef alınması, baskının yön değiştirdiğini açıkça gösterdi. Mesaj nettı: Sanat yalnızlaştırılmalı, dayanışma parçalanmalı, görünmeyen bağlar koparılmalıydı.

Afife Tiyatro Ödülleri gecesi ise 2025’in hafızaya kazınan anlarından biri oldu. Sükûn Işıtan, “Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” ödülünü alırken Devlet Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Tamer Karadağlı’ya övgüler yağdırdı. Salondaki alkışlı protesto çok daha güçlü bir itiraza dönüştü. O gece sahnede bir oyun yoktu belki ama kültür alanındaki gerilim bütün çıplaklığıyla sahneye taşmıştı. Hemen ardından, aralarında muhalif isimlerin de bulunduğu sanatçılara yönelik uyuşturucu operasyonları yapılması ve testlerin çoğunun negatif çıkması, bu sürecin bir “gözdağı” olup olmadığı sorusunu ister istemez gündeme getirdi.

Aynı yıl Jasmin dizisinin yasaklanması, bu ülkede kadınların anlattığı hikâyelerin neden hâlâ rahatsız edici bulunduğunu bir kez daha gösterdi. Şiddet, tanıklık ve sömürü gibi temalar; “ahlâk”, “toplum yapısı” ve “kamu hassasiyeti” gerekçeleriyle hedef alındı. Sorun biçimde değil, içerikteydi. Anlatılan gerçek, RTÜK açısından kabul edilebilir sınırların dışına taşıyordu.

2025’i önceki yıllardan ayıran önemli bir başka nokta ise siyasete doğrudan temas etmeyen popüler kültürün de baskı alanına girmesiydi. Mabel Matiz’in klibinin “kamu düzeni” gerekçesiyle hedef alınması, Manifest grubunun sahne performanslarının “hayasızlık” olarak damgalanması, iktidarın artık estetikle tartışmak yerine doğrudan cezalandırmayı tercih ettiğini gösterdi. Popüler kültür, geniş kitlelere ulaştığı, politik iddiası olmasa bile özgürlük alanı açan her üretim, bu nedenle rahatsızlık yaratıyor.

Bu baskı ortamı sürerken gündemin sık sık güvenlik operasyonlarıyla doldurulması tesadüf değildi. Sansür her zaman yasak kararlarıyla işlemez; bazen başka görüntülerle, başka hikâyelerle görünmez hâle getirilir. Gürültü arttıkça sanatın sesi bastırılmak istenir.

Festival alanları da bu gerilimin en görünür mekânlarından biri oldu. Altın Portakal, Altın Koza ve Amed Film Festivali gibi etkinlikler, tutuklu belediye başkanlarının ve siyasal baskıların gölgesinde gerçekleştirildi.

Hafıza üzerindeki mücadele de yıl boyunca devam etti. Ani Antik Kenti’ndeki cami tartışması, Karahantepe’deki buluntular ve İznik Bazilikası’nın görünür hâle gelmesi, bu ülkede tarihin yalnızca kazılarla değil, siyasi tercihlerle de şekillendiğini bir kez daha gösterdi. Ne korunacağına, neyin dönüştürüleceğine, neyin unutulacağına dair kararlar hâlâ politik bir zeminde alınıyor.

Buna karşılık yılın en güçlü hafıza anlarından biri, Koma Amed’in otuz yıl sonra Diyarbakır’da sahneye çıkmasıydı. Türkiye’nin müzik tarihinin önemli bir parçası olan Grup Yorum’un şarkılarına erişim engeli getirilmesi de bu yılın dikkat çekici gelişmelerindendi. “Milli güvenlik ve kamu düzeni” gerekçesiyle Spotify ve YouTube’da şarkılar erişime kapatıldı. Yasaklara verilen en güçlü yanıt ise yine grubun kendi sözlerinden geldi: “Karanlıklar içinde şafakla gel, günle gel.” Tepkiler kısa sürede çığ gibi büyüdü.

Yeni yıla saatler kala, Çoğunluk, Rüzgarda Salınan Nilüfer ve Kosaba gibi filmlerin ödüllü yönetmeni Seren Yüce’nin silahlı saldırıya uğraması ise bu iklimin ne kadar tehlikeli bir noktaya ulaştığını gösterdi. Sanatçıların bu denli hedef gösterildiği bir ortamda, şiddetin bu kadar kolay devreye girmesi ürkütücüydü.

2025’te Sabahattin Ali’nin romanlarının dünya çapında en çok çevrilen eserler arasında yer alması da bu çelişkinin bir başka yüzünü ortaya koydu. Başka ülkelerde, başka dillerde yaşamaya devam eden bir yazar, kendi ülkesinde bir faili meçhul cinayetle kaybedildi. İsimler değişiyor, zaman değişiyor; mekanizma ise büyük ölçüde aynı kalıyor.

Bu yıl kaybettiklerimiz de kültürel hafızada derin boşluklar bıraktı: Filiz Akın, Edip Akbayram, Volkan Konak, Sırrı Süreyya Önder. Bazı insanlar gittiğinde yalnızca insanlar gitmez; bir dil, bir vicdan ve bir ihtimal de eksilir.

Sonuç olarak 2025, Türkiye’de sanatçının kaderinin hâlâ iktidarla pazarlık hâlinde olduğunu bir kez daha gösterdi. Ancak hafıza dirençlidir. Yazı kalır, şarkı kalır, film kalır; roman başka dillere geçer. Sanata yönelik baskının artması tesadüf değil, popüler kültürün bile rahatsız edici hâle gelmesi bir anomali değil. Bu, uzun süredir inşa edilen bir düzenin geldiği son noktadır. Ama tarih bize şunu da defalarca göstermiştir: Sanat hiçbir zaman tamamen susturulamaz. Bazen yasaklanır, bazen yargılanır, bazen yalnız bırakılır. Çünkü iktidarlar geçicidir; şarkılar, hikâyeler ve hafıza ise ısrarcıdır. İsimler değişir, yıllar geçer, baskı tanıdık kalır. Ve her seferinde sanat, buna bir şekilde cevap verir.