39. Olağan Kurultay: Bir partinin hafızası, mücadelesi ve yeniden doğuşunun sahnesi

Türkiye’de hiçbir kurultay yalnızca bir seçim değildir. Her kurultay, bir siyasi hareketin vicdanıyla hesaplaştığı, geleceğine yön verdiği, hafızasını yeniden yorumladığı bir eşiktir. 39. Olağan Kurultay da böyle bir dönemin tam ortasında toplandı: Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına adım atılırken, CHP’nin hem kendi mirasını hem de Türkiye siyasetindeki rolünü yeniden tanımlamak zorunda olduğu bir eşik.

Bu kurultay, bir yönetim değişikliğinin ötesinde, partinin kendisini yeniden tarif etme çabasının sahneye taşınmış hâliydi.

İLK KURULTAYIN GÖLGESİ: TARİH BUGÜNLE KONUŞUYOR

CHP’nin ilk kurultayı, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yalnızca bir tüzük toplantısı değil; rejimin siyasal aklının temele yazıldığı bir siyasal manifestoydu. 39. Kurultay’ın salonunda dolaşan tarihsel ağırlık, ilk kurultayın ruhunun bugünün politik krizleriyle konuştuğunu hissettiriyordu. Sanki geçmiş, bugüne “Yönünü doğru çiz” diye sesleniyordu.

1. GÜN - 28 KASIM: SESSİZLİĞİN AĞIRLAŞTIRDIĞI POLİTİK YOĞUNLUK

Kurultayın ilk günü tüzük değişikliklerine ayrılmıştı. Salon sakindi; seyirciler yoktu. Sadece birkaç onur üyesi ve protokol mensubu…
Ama bu sessizlik, politikanın yokluğu değil; tam aksine en derin biçimiydi. Çünkü tüzük bir partinin kimliğidir, yönüdür, yarınıdır.

Bu sessizliğin ortasında salonun duvarlarında asılı duran fotoğraflar, havayı ağırlaştıran ama aynı zamanda
anlamlandıran sembollerdi:

- Cezaevindeki belediye başkanlarının yüzleri,
- Rahmetli Ferdi Zeybek’in hatırası,
- Ve Altan Öymen’in portresi…

Altan Öymen’in varlığı yalnızca bir fotoğraf değildi. Basın özgürlüğünün, demokrasi mücadelesinin, ilkeli siyasetin ve vicdanlı gazeteciliğin taşıdığı bir bayraktı. Onu gören herkesin içinden bir saygı dalgası geçti. Salonun duvarları sadece bir geçmişi değil, bir sorumluluğu da gösteriyordu.

AİLENİN SESSİZ AMA GÜÇLÜ TEMSİLİ: ÖRSAN KUNTER ÖYMEN VE DEFNE ÖYMEN

Altan Öymen’in yalnızca fotoğrafı değil; ailesi de kurultaydaydı.
Yeğeni Örsan Kunter Öymen, amcasının taşıdığı demokratik ve gazetecilik mirasının canlı bir temsilcisi
olarak salondaydı. Onun varlığı, geçmişle bugün arasında kurulan sessiz bir köprü gibiydi.
Ve o mirasın genç temsilcisi olarak ben, Defne Öymen, oradaydım.
Altan Öymen’in kalemiyle, duruşuyla ve mücadeleci ruhuyla büyümüş bir genç olarak, kurultayda
bulunmam yalnızca bir aile bağı değil; bu çizginin yeni bir nesille devam ettiğinin sembolüydü.

2. GÜN — 29 KASIM: GENEL BAŞKAN SEÇİMİ

İkinci gün, salonun atmosferi bir anda değişti. Bir gün önceki sükûnet yerini büyük bir coşkuya, sloganlara, ritmik alkışlara ve yüksek tansiyonlu bir politik heyecana bıraktı. Her alkış yalnızca bir coşku değil; bir talep, bir hesaplaşma ve bir yön arayışıydı.

İMAMOĞLU'NUN SESİ: ‘ORADAYMIŞ GİBİ’ BİR POLİTİK DOKUNUŞ

Gösterilen tanıtım videoları arasında en etkileyici anlardan biri, Ekrem İmamoğlu’nun sesinin salona verilmesiydi.
Ses öyle ayarlanmıştı ki, herkes bir an için İmamoğlu’nun bizzat kürsüde konuştuğunu sandı. Bu, sadece
teknik bir efekt değil; çok güçlü bir politik mesajdı: “Birlikteyiz, buradayız, devam ediyoruz.”

İMAMOĞLU-ÖZEL-YAVAŞ ÜÇLÜSÜNÜN SEMBOLÜ

Salonda dalgalanan büyük pankartta üç isim yan yana duruyordu:
Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel ve Mansur Yavaş.

Bu görüntü yalnızca bir fotoğraf değildi; partinin yeni güç merkezlerinin, yerel yönetim enerjisinin ve
değişim talebinin görsel manifestosuydu.

KILIÇDAROĞLU'NUN SABAH GAZETESİNE AÇIKLAMA YAPMASI: KURULTAYIN ÜZERİNE DÜŞEN GÖLGE

Kurultay tartışmaları sürerken Kemal Kılıçdaroğlu, iktidara yakınlığı ile bilinen Sabah gazetesine verdiği röportajda, "Hodri meydan! Sahte hesaplarla ve organize linç girişimleriyle geri adım atmam" ifadelerini kullandı.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Sabah gazetesine yaptığı açıklamalar, yalnızca bir röportajdan ibaret değil; partinin son yıllardaki yön arayışının ve siyasal tartışmalarının nasıl bir düzleme oturduğunu gösteren önemli bir siyasi metin niteliğinde. Kılıçdaroğlu, değerlendirmelerinde hem kurultay sürecine hem de kendisine yöneltilen eleştirilere yanıt verirken, CHP’nin iç demokrasi geleneği ve kurumsal kültürü açısından kayda değer mesajlar verdi.

Kılıçdaroğlu, açıklamalarında özellikle “değişim” tartışmalarının kişilere indirgenmesini doğru bulmadığını vurguluyor. Ona göre mesele, partinin yüzünü hangi toplumsal kesimlere çevirdiği ve hangi politik vizyonu benimsediği. 2010’dan bu yana izlediği çizginin, partiyi demokratikleşme ve geniş toplumsal taban arayışına yönelttiğini ifade ederken, bugünkü tartışmaların bir hesaplaşma değil, CHP’nin yönünü tayin etme meselesi olduğunu dile getiriyor.

Eski genel başkan, kendisine yönelik eleştirilerin bir kısmını “kurultay siyasetinin doğası” olarak değerlendirirken, bazı iddiaların ise gerçek dışı olduğunu belirtiyor. Özellikle seçim sürecine ilişkin suçlamalara karşı “parti içi sadakat” ve “siyasal sorumluluk” kavramlarını öne çıkarıyor. CHP’nin tarihsel misyonunun, kişisel kırgınlıkların ötesinde, ülkenin demokratik geleceği açısından bir bütünlük gerektirdiğini vurgulaması dikkat çekiyor.

Röportajın en çarpıcı bölümü ise Kılıçdaroğlu’nun, partinin geleceğine dair hâlâ güçlü bir söz söyleme arzusunda olduğunu ortaya koyması. Ancak bunu, bir makam mücadelesi olarak değil, “CHP’nin değerlerini koruma” meselesi olarak çerçeveliyor. Parti yönetimine doğrudan bir saldırı diline başvurmadan, fakat yapılması gerekenleri de açıkça sıralayarak, Cumhuriyet Halk Partisi’nin toplumsal muhalefeti yeniden örgütleyebilme kapasitesine işaret ediyor.

3. GÜN — 30 KASIM: PM ve YDK SEÇİMLERİ

Kurultayın üçüncü günü, yoğun tartışmaların ve büyük hesaplaşmaların ardından daha samimi bir atmosfere dönüştü.

Parti Meclisi ve Yüksek Disiplin Kurulu seçimleri yapılırken salonun havası daha yumuşaktı; delegeler arasındaki sohbetler, kulislerdeki sıcak temaslar ve insani iletişim ön plana çıktı.

Bu gün, siyasetin sadece büyük sözlerden değil, küçük temaslardan, güven ilişkilerinden ve görünmez bağlardan oluştuğunu hatırlatan bir gündü.

SONUÇ — ARTIK KAÇIŞ YOK

39.Olağan Kurultay, CHP’ye bir kez daha gösterdi: Ya kendini yeniden kuracak, ya da ülkenin gerisinde kalacak. Bu üç gün, kimsenin artık eski mazeretlerin arkasına sığınamayacağını ilan etti. Değişim bir tercih değil; bir zorunluluk. Bu zorunluluktan geri duranların ise yalnızca bir siyasi iddiayı değil, ülkenin yarınını da riske attığı artık saklanamaz bir gerçek.